28 Mayıs 2007 Pazartesi

11 Mayis Cuma, Diyarbakir


Diyarbakır’a ayak basıyoruz. Havaalanından çıkıp derhal polisevine yollanıyoruz. Kayıt ertesi odaya giriyor ve odada yerde duran iki adet fare zehirini görüyoruz.. Odaya sinmiş sigara kokusundan kurtulmak için tahminen 3 yıldır yıkanmamış perdeleri çekiyor ve pencereyi açıyoruz. Dışarıdaki düğün sesi bir anda odayı dolduruyor. Bu arada Zeren yatak örtüsünü katlayıp bir kenara koyuyor, onlara değmemek için. Bense tuvalette bir keşif yaparak “ter kokarım bu duşa yine de girmem” diye düşünüyorum.

Böylece kendimizi hemen dışarı atıyor ve lobide beklemeye başlıyoruz. Biraz sonra Muhammet Bey yanında birisi ile görünüyor. Konuşuyor ve orada çekim yapmayı konuşuyoruz. Devlet mentalitesini yakınen bilen bendeniz buna izin verilmeyebileceğini tahmin ederek gidip resepsiyon görevlisine soruyorum. O da “komisere sorun” diyor. Ben kendimi tanıtarak anlatmaya başlıyorum. Bu polis sivil giyimli, akıllı, anlıyor, sorular soruyor. Ancak malesef yetkisiz. Bundan sonra ona “iyi polis” diyeceğiz. Bunun üzerine yetkili olan “kötü polis”e gidiyoruz. Tabii ki izin çıkmıyor. O yüzden o da “kötü polis”. Burnumdan kıl aldırmayarak, hiç ısrar etmeden arkamı dönüyorum. Çekim yapmak için arkadaşların ofislerine gitmeye karar veriyoruz. Ofis açtırılacak. Telefonlar ediliyor. Bu arada iki adamla dışarı çıktığımızı gören iyi polis bana Diyarbakır’ı bilip bilmediğimizi ve sonra yemeği nerede yiyeceğimizi soruyor. Ben bilmediğimi söyleyince de “dışarıda yemeyin hasta olursunuz, burada güzel yemek var” diyor. Bunu duyunca tabii insan inadına aksini yapmak istiyor.

Ofislerine gidiyoruz. Kocaman bloklar. Arabadan indiğimiz anda sokaktaki yüzlerce çocuğun gürültüsü. Diyarbakır ile ilgili en temel şey bu: heryer çocuk. Ama sefalet, fakirlik, erkeklerin çokluğu da dikkat çekici. Ofiste mülakatımızı yapıyoruz ama geriliyor Muhammet ile Kadir. Ama çok şekerler sonra bizi gezdirmeye başlıyorlar. TRT’nin Diyarbakır ile ilgili tüm görüntülerinde ilk görünen şey diye en işlek caddenin girişindeki “ne mutlu Türküm diyene” yazısını gösteriyor bize Muhammet. Sonra da “milletin damarına basmak için” diye ekliyor. Yazının tam üstünde kitsch ötesi bir sur ve içinde koskocoman bir karpuz. Hemen Diyarbakır’ın kırsal alanındaki 30m’lik gönderlere çekili Türk bayraklarını hatırlıyorum. Ezici çoğunluğun Kürt olduğu bir yerde bunların ne anlama geldiği görülmüyor mu? Verilen çok kolonyal bir mesaj aslında. Aldım, verdim, geldim, ben seni yendim. Benimsin. Bana uyacaksın.

Sonra bizi Suriçi’nde gezdirmeye başlıyorlar. Böylece tarihi eserleriyle farklı bir Diyarbakır’ı görüyoruz. Ulu Cami, Medrese, duvarlardaki kabartmalar, vs. Sonra müthiş bir kebapçıya gidiyoruz. Yağlı ekmek ve kaşıkla içilen ayran beni ihya ediyor. Adana yiyoruz.....yağlı ekmek kebaplar pişerken üstüne ekmek konup yağını çektirerek yapılan bir olaymış. Zeren ile ben Diyarbakır ve ilçelerindeki en açık renkli insanlardık. Oralı olmadığımız tabii alnımızda yazıyor. Zaten tavırlarımızdan da belli. Zeren bıçak istiyor. Bbizde bıçak yoktur” cevabı üzerine garibim çatalla kesicem derken tavuk yere uçtu. Tabii hesabı bize ödetmediler, mahçup olduk.

Bir yandan da Kürtlük olaylarına tamamen yabancı sorularımızla evsahiplerimizi güldürdük resmen. Zeren tabela okuyor ve:

-Çema, nedir, bir yemek mi?
-Hayır, Kürtçe "niye" demek.

Ben daha da beterim (o Ankaralı olduğundan biraz daha kurtarıyor):

-Do simit (İngilizce yapmak gibi okuyorum)
-"do" Kürtçe ayran demek.

Bunun üzerine Muhammet “Siz pek Fransız kaldınız” diyor. Hakikaten tam bir "beyaz Türkler Diyarbakır'da" durumu....Güya Dolapdere’de fakirlerle çalışıyor, Kürtlerin okuduğu okullarda ders veriyoruz. Çarpıyor yüzümüze beyaz Türklük. Camide Muhammet’in anlattığı şeyler önem olarak da bize yabancı. Diyarbakır’ın Anadolu’da ezanın ilk okunduğu yer olması, gece ezanının hızlı okunması. Ben resmen hızlı okunuyor sanarken meğersem bir adı varmış, hala öğrenememişim. Allahım diyorum, Batı’da Müslüman, burada da Beyaz Türk olmaktan hiç kurtulamayacak mıyım? Bitmeyecek mi bu kimlik karmaşası?

Sonra bizi Ofis’e götürmek istiyorlar. Şaşırıyoruz bir an. Gittik ya ofise. Hayır gitmedik diyorlar. “Allah allah çekim yaptık ya işte orada” diyoruz. “Orası ofis değildi” diyorlar. Nasıl yani derken bir anda Ofis diye bir semt olduğunu anlıyoruz... Ofis alem bir yer, Diyarbakır’daki piyasa olayı. Kızlar, erkekler, daha bir karışık, yürüyor, zaten Zeren sokak boyunca bana “bak İdil burada da kadınlar var, bak burada da” diye gösterip duruyor. Ofis’te oturup kaçak çay içiyoruz, oranın olayı bu.

Geri yürürken bir anda “Şeyhmus Erkek Kuaförü” tabelasını fark ediyoruz, üstünde Tom Cruise’un uzun saçlı resmiyle. Ben resmini çekmeye çalışıyor ama beceremiyorum. Bu arada Kadir ile Muhammet de önünden yüz kez geçip fark etmedikleri bu tabeladaki komikliği fark ediyorlar. Polisevine döndüğümüzde kapıda polisler bana “dur, burada mı kalıyorsun?” diyor. Evet diyorum. “Oda numaran kaç” diyorlar, 209 diyorum. Geç diyorlar. Hey yarabbim..... düğün sesleri arasında uyumaya çalışıyoruz.

Hiç yorum yok: